2000’lerin başlarında “dijital para” fikrini ortalama birine sorsaydınız, muhtemelen boş bakışlar veya alaycı bir gülüş elde ederdiniz. O dönemde para hâlâ kâğıt banknotlar ve kredi kartları demekti ve tam anlamıyla bağımsız, dijital bir para birimi fikri, bilim kurgu romanlarından fırlamış gibi geliyordu. Ancak gözlerden uzak çevrimiçi topluluklarda, kriptograflar ve aktivistler önemli bir soruyla boğuşuyorlardı: İnternet çağına uygun, e-posta gönderir gibi sınır tanımayan, gizli ve bağımsız bir para sistemini nasıl inşa edebilirdik? Bitcoin temelleri böyle atıldı.
Bu insanların arasından “siberpunklar” (cypherpunk) olarak bilinen bir grup sivrilmişti. Onlar, bireylerin özgürlüğünü ve mahremiyetini, giderek gözetim altına alınan dijital dünyada koruyacak aracın güçlü şifreleme yöntemleri olduğuna inanıyorlardı. 1980’lerde ve 90’larda bu çevrelerdeki bazı öncüler, dijital nakit sistemleri kurmayı denediler. Örneğin, David Chaum’un DigiCash’i, kimlikleri açık etmeden online ödeme yapmayı sağlayan “kör imza” (blind signature) tekniği kullanıyordu. Fakat tüm teknik ustalığına rağmen yaygınlaşamadı. Wei Dai’nin “b-money” ve Nick Szabo’nun “Bit Gold” gibi fikirler de merkezî bir otorite olmadan insanlar arasında paylaşılan bir değer defterinin (ledger) mümkün olabileceğini gösteriyordu. Yine de bunlar tam anlamıyla hayata geçirilememiş taslaklardı; “çifte harcama” (double-spend) sorununu çözen, güvene ihtiyaç duymayan tam bir sistem hâlâ yoktu.
Bir yandan bu teknik fikirler olgunlaşmaya çalışırken, diğer yandan 2008 yılı dünya finans sistemini sarsıyordu. ABD konut piyasasının çöküşüyle tetiklenen finansal kriz, büyük bankaların iflasları ve ardından gelen devlet kurtarma paketleri, insanların gözünde bankalara ve devlete duyulan güveni derinden sarstı. Bu durum, “Paramızı neden bu kurumlara emanet ediyoruz?” sorusunu gündeme getirdi. Geleneksel finans sistemine olan inanç çatırdarken, alternatife duyulan ihtiyaç hiç olmadığı kadar belirgindi.
İşte tam da bu güvensizlik ortamında, 31 Ekim 2008’de “Satoshi Nakamoto” adını kullanan gizemli bir kişi (veya grup) bir kriptografi e-posta listesine dokuz sayfalık bir teknik makale attı: “Bitcoin: Eşten-Eşe Elektronik Nakit Sistemi.” Bu makale, o an için büyük bir ses getirmedi. Fakat içinde, dijital paranın uzun süredir çözülemeyen çifte harcama sorununa yenilikçi bir çözüm vardı. Nakamoto, herkese açık bir blok zinciri (blockchain) fikrini ortaya koydu. Bu zincir, ağdaki tüm katılımcıların işlemleri doğruladığı, merkezî bir otoriteye ihtiyaç duymayan, paylaşımlı bir defterdi.
Bu sistemde işlemler, “madenciler” denilen bilgisayarlar tarafından kanıtlanıyordu. Madenciler, zorlu matematiksel bulmacaları (iş kanıtı – proof-of-work) çözerek blok adı verilen işlem paketlerini zincire ekliyordu. Bu sayede geriye dönük sahtekârlık yapmak neredeyse imkânsız hâle geliyordu. Ayrıca Bitcoin, toplam arzını 21 milyonla sınırlamıştı. Geleneksel paraların merkez bankaları tarafından basılabildiği dünyada, Bitcoin’in bu sabit arzı âdeta dijital altın gibi işliyordu.
3 Ocak 2009’da “Genesis Bloğu” adı verilen ilk blok kazıldı (mine edildi). Bu bloğun içine gizlice eklenen gazete manşeti, bankaların devletçe kurtarılmasına göndermeyle, Bitcoin’in doğuşunun klasik finans sistemine yönelik bir eleştiri olduğunu vurguluyordu. O günlerde Bitcoin’in değeri sıfıra yakındı. Onunla ilgilenen, daha çok meraklı birkaç yazılımcı, bir avuç özgürlükçü ve teknoloji tutkunu vardı. Çoğu insan için Bitcoin yok hükmündeydi, ne haberlerde ne de günlük sohbetlerde adı geçiyordu.
Fakat yavaş yavaş minik bir ekonomi filizlenmeye başladı. Bitcoin’in fiyatı, neredeyse sıfırdan küçük küçük yükseldikçe, bu tuhaf dijital paraya olan merak da arttı. Medya, sıra dışı hikâyeleri sever ve “merkezsiz, devletsiz para” fikri tam da böyle bir konuydu. Zamanla anaakım dünyaya adım atmasıyla herkesin diline dolanmaya başladı.
Gerçek şu ki Bitcoin’in yükselişi, o dönemde asla kaçınılmaz değildi. Tam aksine, bir grup idealistin ve kriptografi meraklısının, merkezi otoritelere duyulan güvensizlikle birleşen hayallerinin ürünüydü. Kod satırlarının arkasında, daha açık, daha dirençli, belki de daha adil bir para sistemi kurma arzusu yatıyordu.
Bugün devletlerin, bankaların ve yatırımcıların Bitcoin’i ciddiye alması, hatta eleştirmesi bir yana, o ilk günlerdeki sessiz ve deneysel ruhu unutmamak lazım. Bitcoin’in hikâyesi, kimi zaman ufak bir e-posta listesindeki basit bir paylaşımın, dünyanın para ve değer anlayışını yeniden şekillendirebileceğinin bir hatırlatması. Bu hikâye, köklerini finansal çalkantıdan, kriptografinin güçünden ve insanlığın yeni bir ekonomik düzen arayışından alan bir devrimin başlangıç öyküsü.